Kurak Günler, Yönetmen: Emin Alper

1 Yorum

Yazan: Selma Murat

Açlık, susuzluk ormandaki domuzu  ovaya indirir ve en tehlikeli hayvan olan, soykırım yapan, türü yok eden insanla karşılaştırır. Domuz, bir  hayvan, biriktirip sonra kokuşturup çürütüp üst üste çöp halinde yığmaz, yağmalamaz dünyayı. Mal mülk peşinde değil ki;  hayatta kalacak kadar yiyip içecektir.

Film iç Anadolu kasabasında eski bir mahallenin daracık yollarında başlar. Avcıların silah seslerinin ve yaban insan sürüsünün naraları önünde, bir başına can havliyle ormandan çıkmış, beton düzen içinde kıstırılmış, ürkmüş, kaçış halinde bir domuzu görürüz. Evler, sokaklar öylesine karmaşık yerleşmiştir ki. Yollar sıklıkla birbirini kesen duvarların dik köşeleriyle, yakaladığını saran bir labirenttir. Güneş sızmaz bu sokaklara, gölgeler karartır, eskidir, renkler soluktur. Yakın çekim görüntü izleyiciyi defalarca duvarlara toslatır. Film içine almıştır izleyeni. Arabanın döndüğü, çıktığı yolu takip ederken bile şaşırtır izleyeni. Kaybolursunuz ilk anda, kimle özdeşlik kuracaksınız, kimin yanında olacaksınız, buna izin vermeyen bir senaryodur bu.

Daha fazla

Chaplin’in Asri Zamanlar’ından Tati’nin Oyun Zamanı’na

2 Yorum

Caner Fidaner

Fabrika işçisinin devasa dişli çarkların arasına sıkışıp kaldığı kare unutulabilir mi? Hani şu Charlie Chaplin’in Asri Zamanlar (Modern Zamanlar – Çağdaş Zamanlar / Modern Times, 1936) filmindeki kareden söz ediyorum. Jacques Tati’nin Oyun Zamanı’nda da (Play Time, 1967) (*) bunun eşdeğeri olduğunu düşündüğüm bir sahne görüyoruz: Mösyö Hulot (okunuşu: “Ülo”) küp gibi odacıklardan oluşan bir ofisin koridorlarında koşuşturduktan sonra yürüyen merdivenden asma kata çıkar ve yukarıdan, labirente benzeyen ofise bakar (Fotoğraflarda solda Asri Zamanlar’dan, sağda Oyun Zamanı’ndan kareler var). Anlaşılıyor ki iki usta yönetmen yaşadıkları çağda topluma ilerleme, gelişme diye sunulmuş yeni yaşama biçimini, yani modernizmi mizahın keskin kılıcıyla eleştirmişler ama bunu farklı noktalardan yola çıkarak yapmışlar. 1936’dan 1967’ye kadar “modern hayat” değişmiş ama iş bununla kalmamış, modernliğe yönelik itirazlar da zaman içinde farklılaşmış.

Daha fazla

Dünyanın en gözü açık kör piyanisti

Yorum bırakın

Caner FİDANER `

ANDHADHUN = Kör Ezgi / Shoot the Piano Player = Piyanisti Vurun Yönetmen: Sriram Raghavan, Yıl: 2018

Oynayanlar: Tabu (Simi), Ayushmann Khurrana (Akash), Radhika Apte (Sophie)

A: Gezmeler bitti, uzak konuklar da gitti, yakın akrabalar, sevgili arkadaşlar bir aradayız. Lafın ucu gelmez ama ben konuşmaktan da yoruldum. Şöyle çoluk çocuk oturup keyifle bir film izlesek?

Ben: Tamam, hemen size bir film önereyim.

C: Aman dur, sen şimdi ya Persona dersin, ya Solaris, uyur kalırız başında.

Ben: Valla değil, size, kimilerine göre 2018’in en iyi Hint filmi olan Andhadhun’u önereceğim. Bir kara komedi, hem de bir müzikal.

Daha fazla

Yoksa mucize mi gerçekten?

Yorum bırakın

ÜÇ KADIN YÖNETMENİN SANDIĞINDAN: 3

Üçüncü Mucize / The Third Miracle

Yönetmen: Agniezska Holland, 1999

Caner Fidaner

Yakınlarda “İz” (Pokot / Spoor, 2017) adlı filminde bize hayvan sever, çevre sever, orman sever Janina Duszejko teyzeyi anlatan Polonyalı kadın yönetmen Agniezska Holland bu filminde “inan / kuşku” ikilemini sorguluyor.

Katoliklerin inanç uyguılamasında, Vatikan’ın kişileri aziz / azize ilan etme yetkisi var. Bunun için, gerçekleştiği iddia edilen “mucize”ler Papa’nın görevlendirdiği müfettişler tarafından inceleniyor, sorgulanıyor. Sonuçta bir kişinin üç “mucize” gerçekleştirdiği kabul edilirse o kişi aziz / azize ilan ediliyor.

Daha fazla

Wendy’nin Köpeği

Yorum bırakın

ÜÇ KADIN YÖNETMENİN SANDIĞINDAN: 2

Wendy ve Lucy / Wendy and Lucy

Yönetmen: Kelly Reichardt, 2008

Caner Fidaner

Wendy, Alaska’daki bir işe girebilmek için dünyanın yolunu gitmek üzere eski otomobiliyle yola çıkmıştır, köpeği Lucy de yanındadır. Aslında işlerin yolunda gitmeme ihtimali olduğunu en baştan sezeriz.

Minimalci filmlerin ustası, ABD’li kadın yönetmen Kelly Reichardt bize bir yol hikayesi anlatıyor ama bununla kalmıyor, dönemin ekonomik krizinin de hava basıncı gibi her yerde var olduğunu bize hissettiriyor.

Reichardt’ın sevdiği oyunculardan Michelle Williams, Wendy’yi son derece inandırıcı biçimde canlandırıyor. Yönetmenimiz ikinci başrolü ise kendi köpeği Lucy’ye vermiş. Az sayıdaki karakterlerden güvenlik elemanı inandırıcılığı ile flme katkıda bulunuyor ve içimizi ısıtıyor.

Evet, karakterler az sayıda, filmdeki konuşmaların önemli bir kısmı da telefonda gerçekleşiyor. Buna karşın film insan ilişkilerini adeta ameliyat masasına yatırmış.

Reichardt’ın gösterdiği dünyada her şey çok yalın, sahneler fazlalıklardan arındırılmış. Bir hikaye anlatıcısı düşünün, sözcük tekrarlarından kaçınıyor ama sesinin tonuyla, vurgularıyla, dış ses taklitleriyle, mimikleriyle, jestleriyle anlatımına bir sürü incelikler katıyor. İşte bu film de böyle bir “incelikli yalınlık” var.

“Wendy ve Lucy”, yalnızca köpekseverlerin değil, bağırmadan konuşmayı seçen, kavga etmeden anlaşmayı beceren (ya da becermek isteyen) herkesin hoşuna gidecektir.

Ildikó Enyedi’nin Yirminci Yüzyılı

Yorum bırakın

ÜÇ KADIN YÖNETMENİN SANDIĞINDAN: 1

Benim Yirminci Yüzyılım / Az én XX. századom / My 20th Century

Yönetmen: Ildikó Enyedi, 1989

Caner Fidaner

“Herkesin yüzyılı kendine”, diye başlayabiliriz bu filmden söz etmeye. Her birimizin deneyimleri, izlenimleri birbirinden değişiktir, bu yüzden aynı ülkede, aynı zaman döneminde yaşamış olsak da “yirminci yüzyıl” dendiğinde zihnimizde farklı dünyalar canlanır.

O unutulmaz “Beden ve Ruh”u (Teströl és lélekröl, 2017) yönetmiş olan Ildikó Enyedi bu filmde bize kendi yirminci yüzyılını anlatıyor, siyah beyaz görüntülerle ve ilginç bir hikâyenin eşliğinde.

Daha fazla

Panahi’den “Üç Hayat”: Dün, bugün, yarın

Yorum bırakın

Resim-2

Resim.2

Üç Hayat / Se Rokh / Tree Faces / Trois Visages
Yönetmen: Cafer (Jafar) Panahi, Yılı: 2018
Oynayanlar: Cafer Panahi (Cafer Panahi rolünde), Behnaz Jafari (Behnaz Jafari Rolünde), Marziyeh Rezaei (Marziyeh Rezaei rolünde) 

Caner Fidaner

Denize baktığımızda bazen çarşaf gibi durağan, geniş bir su kütlesi görürüz, bazen coşkun dalgalar. Yalnızca bu yüzeyel görüntü bile bize keyif verir. Ama denizi gözlerken içindeki balıkları, yosunları, dipteki kumu, taşları, yengeçleri de görmeyi becerebiliyorsak hayatımız çok daha zenginleşmiş ve “o bir müthiş bahtiyarlık” demenin zamanı gelmiştir.

Her beş dakikamızda bütün hayatımız saklıdır. O kısacık zaman diliminde, çalan telefona verdiğimiz tepki, annemizle konuşurken yükselen duygularımız, hiç tanımadığımız bir yüz bize yardım isteyerek baktığında ona yaklaşmaya ya da ondan uzaklaşmaya çalışmamız, arabayı sürerkenki dikkat derecemiz, risk alma davranışımız… Bunların hepsi hayatımızın bir özetidir aslında. O beş dakika içinde “hiçbir şey olmamışsa bile mutlaka bir şeyler olmuştur”. Gelin buna bir cümle daha ekleyelim: “Ama neler olduğunu her zaman fark edemeyiz.” Genellikle beş dakikalar ardarda geçer gider, biz de başımıza gelenleri tesadüf diye adlandırarak yaşamaya devam ederiz.
Cafer (Jafar) Panahi’nin, Türkiye’de “Üç Hayat” diye adlandırılmış, “Se rokh” (yani “Üç Yüz = Üç Surat = Üç Suret”) isimli filmini izlerken bunları düşündüm. Bir genç kızı aramak için İran’ın Doğu Azerbaycan eyaletindeki Sarar köyüne giden iki şehirlinin başından geçen ilgili ilgisiz bir takım olayların art arda sıralandığı ilginç, karmaşık bir hikâye var önümüzde. Filmi bu düzlemde izleyebilir ve bir süre sonra unutabiliriz.
Ya da biraz daha dikkatle bakarak bu filmin, olay örgüsü bir şiir gibi akıp giden, görüntüleri ince ince hesaplanmış, iç ve dış sesleri özenle kurgulanmış, tarihsel arka planı mükemmel örneklerle aktaran, her sahnesine geçmişi, bugünü ve geleceği sığdırmış bir başyapıt olduğunu fark edebiliriz. Behnaz Jafari’nin repliğindeki gibi, “Bütün bunlar bir planın parçası sanki” hissine kapılırız.

Resim-1

Keyif kaçırıcı olacak bilgilere hiç girmeden yoğun sahnelerden birini betimlemeye çalışayım. Panahi ile birlikte arabanın içinde oturuyoruz (Resim.1). Gece, etraf karanlık. Tam karşımızda bir küçük ev var, dört yanı çevreleyen karanlığın içinde evin ışıklı penceresi parlıyor. Pencere dikine üç panele bölünmüş, perdeler kapalı, içeride üç gölge görünüyor. O sırada evden hayal meyal bir müzik sesi geliyor ve gölgeler dans etmeye başlıyor. Üç panelde üç gölge: Dün, bugün, yarın. İşte o an film içinde bir film seyretmekte olduğumuzu fark ediyoruz. Panahi de bizim gibi bir izleyici orada ve bizimle birlikte kendi filmini izliyor.
O üç gölge filmin afişinde de var (Resim.2). Gölgelerden birisini afişte seçmek zor, sağ tarafa dikkatle bakın, ağaçların tablosunu yapan ressamı sırttan göreceksiniz. İkinci “gölge” ortada ve ayakta, üçüncüsü ise büyük ağacın (ülkenin?) ince dalında.
Evet, Cafer Panahi 2010 yılından beri bir çeşit ev hapsinde yaşıyor, film çekmesi de yirmi yıl süreyle yasaklanmış. Ama her yasakla birlikte, onu etkisiz hale getirme ihtimali de ortaya çıkar. Nitekim “Üç Hayat” Panahi’nin yasaklı döneminde bitirdiği dördüncü uzun metraj filmi. Bu filmle kazandığı en iyi senaryo ödülünü almak üzere Cannes’a gitmesine izin verilmedi ama ne gam, dünyanın her yerindeki sinemaseverler onu tanıyor artık.
Her ne kadar ana hikaye birisi geçmişi, birisi bugünü, birisi de geleceği temsil eden üç kadın sanatçının üzerine oturuyorsa da, “erkek yönetmen bize kadınları anlatıyor” demek eksik olur. Evet, Panahi bir hikaye anlatıcısı ama bu işi gözlemci olarak yürütüyor. Bu filmde de hepimizi yanına alıyor ve birlikte hem toplumdan bir kesiti, hem de toplumun zaman içindeki değişimini izliyoruz.
Filmde eril semboller bitmiyor bir türlü, işte tek şeritli yolu kaplayan damızlık boğa (“O bir mücevher!”), işte sünnet derisi (“o kutsal!”), işte kız kardeşini okutmayan kavgacı ağabey (dikkat, elinde taş var!). Fakat ataerkil süreçlerin tarafı olmuyoruz, adeta onları “sinema perdesinden” izliyoruz.
Film, toplumsal yargıların değişiminde ana rolün kadınlarda olduğunu anlatıyor. Bakın, Marziye’nin (Jafari hanıma ek olarak) iki destekçisi var, “bugün” düzleminden annesi ile “yarın” kuşağından arkadaşı Maide. Ezelden beri değişmemiş görünen tek şeritli, engebeli köy yolunda seyrüsefer için kurallar koyan erkekler, bir kadının onu genişletme çabasına engel oluyorlar. Öte yandan kadınlar etkin oldukları günler geride kaldığında bile durumu fark edip kabulleniyorlar ve kâh kendi kazdıkları mezarda, kâh küçücük, başkalarından uzak bir evde yaşamaya devam ediyorlar, fakat yılanları kaçıran ışıkları, doğayı üzerine aktaracakları tuvalleri hep yanlarında.

Resim-3

Resim.3

Panahi bu filmi birçok yerinde İran sinemasına selam gönderiyor, örneğin yol ortasında kalan damızlık boğa (Resim.3) bize İran yeni dalgası’nın öncü filmi sayılan “İnek”i (Gaav, yön: Dariush Mehrjui, 1969) hatırlatıyor.

Resim-4

İran sinemasına başka bir selam daha var; sünnet çocuğunun babasının posterini gösterdiği (Resim.4) Behrouz Vossoughi (Behruz Vusugi) Humeyni öncesi İran sinemasından çok önemli bir figür, şu anda ABD’de sürgün hayatı yaşıyor. Abbas Kiarostami, 2000’de bir jest yapmış ve San Francisco Uluslararası Film Festivali’nde kendisine verilen Kurasava onur ödülünü Vossoughi’ye sunmuştu (Resim.5).

Resim-5

“Üç Hayat”ta Kirostami’nin filmlerini hatırladığımız yerler de oldu, örnek verelim: Kendi mezarını kazma motifi (Resim.6) “Kirazın Tadı”nı (Ta’m e guilass, 1997), çekmeyen telefonlar “Rüzgar Bizi Götürecek”i (Bad ma ra khahad bord, 1999), sonsuz gibi görünen köy yolları “Ve Yaşam Sürüyor”u (Zendegi va digar hich, 1992) çağrıştırdı bana.
Yazı uzadı ama finalin beni ağlattığını söylemesem olmaz. Fonda bir tanıdık türkü (adını söylemem, filmi izleyene kadar merak edin), kadrajda biri kurala karşı yürüyen, öbürü rüzgara karşı koşan iki kişi, çatlak bir camın arkasından izlediğimiz bir buluşma, kavuşma, sarılışma.
Sonra? Sonrası size, bize kalmış.

Resim-6

Resim.6

——————————————————————-
MERAKLISINA NOT:
Hem “Üç Hayat”ı, hem de İran yeni dalgası’nı daha iyi anlamak için şu filmleri de izlemekte yarar var:
– Daryuş Mehruci’den (Dariush Mehrjui): İnek (Gaav, 1969)
– Abbas Kiarostamiden,
(1) Köker üçlemesi:
(a) Arkadaşımın Evi Nerede? (Khane-ye doust kodjast?, 1987)
(b) Ve Yaşam Sürüyor (Zendegi va digar hich, 1992)
(c) Zeytin Ağaçları Altında (Zire darakhatan zeyton, 1994)
(2) Kirazın Tadı (Ta’m e guilass, 1997)
(3) Rüzgar Bizi Götürecek (Bad ma ra khahad bord, 1999)
– Cafer Panahi’den: Taksi Tahran (Taxi Tehran, 2015)

Daha fazla

Caner’in seçtikleri: Üçer kadınlı yedi film

1 Yorum

 

Caner’in seçtikleri: ÜÇER KADINLI YEDİ FİLM
(1) Üç Kadına Bir Mektup / A Letter to Three Wives (Yön: Joseph L. Mankiewicz, 1949)
(2) 3 Kadın / 3 Women (Yön: Robert Altman, 1977)
(3) Düşmanlar: Bir Aşk Üçgeni / Enemies: A Love Story (Yön: Paul Mazursky, 1989)
(4) Saatler / The Hours (Yön: Stephen Daldry, 2002)
(5) Koza / De tu ventana a la mía / Chrysalis (Yön: Paula Ortiz, 2011)
(6) Bazı Kadınlar (Mutlak Kadınlar) / Certain Women (Yön: Kelly Reichardt, 2016)
(7) Ekşi Elmalar (Yön: Yılmaz Erdoğan, 2017)
Listeye film seçme kuralları:
(1) Filmin ana kahramanları üç kadın olacak,
(2) Filmi görmüş, beğenmiş ve izlenmesini salık veriyor olacağım.

Ama biz çiçek değiliz: Kadın yönetmenlerin kamerasından kadınlar

Yorum bırakın

 

Caner Fidaner

A. Feminist sinema için önem taşıyan iki kavram:
BİR: ERKEK BAKIŞI (= Male gaze)
“Erkek bakışı” 1975’te sinema eleştirmeni Laura Mulvey tarafından “kavramsal olarak ‘kadın bakışı’nın tam tersi” diye ifade edilmiş. Bu söz, edebiyatta ve görsel sanatlarda heteroseksüel erkeklerin kadınlara ve dünyaya maskülen bakış şeklini anlatır ve erkek okuyucu ya da izleyicinin estetik zevkine yönelik olarak, kadınların cinsel nesneler olarak betimlenmesi anlamına gelir.
Üç psikolojik kategori ile ilişkilidir: (a) Röntgencilik (voyörizm), (b) Gözetlemecilik (skopofili), (c) Narsisizm.
“Erkek bakışı”, üç ayak üzerine oturur: (a) Yönetmenin bakışı, (b) Erkek kahramanların bakışı, (c) izleyicinin bakışı. Bunlardan biri olmazsa denge bozulur.
İKİ: BECHDEL TESTİ
“Bechdel Testi” (diğer adıyla Bechdel – Wallace Testi) bir filmin “erkek bakışı”ndan kurtulmuş olup olmadığını anlamak için uygulanır. Bu test, ilk kez çizgi roman sanatçısı olan Alison Bechdel tarafından 1985’te “The Rule” adlı çizgi öyküde anlatılmıştır.
Bir filmin bu testten başarılı olarak geçebilmesi için şu üç koşulu karşılaması gerekir.
1) Filmde isimleri de olan en az iki kadın kahraman bulunmalı,
2) Bu kadınlar kendi aralarında konuşmalı,
3) Kadınların konuşmalarında erkeklerden başka konular olmalı.

B. Seçtiğim filmler (yılı, yönetmeni, ülkesi):
01- Mutluluk / Le Bonheur (1965): Agnès Varda (Fransa)
02- Küçük Papatyalar / Sedmikrásky / Daisies (1966): Vera Chytilová (Çekoslovakya)
03- Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (1975): Chantal Akerman (Belçika)
04- Kadın Olduğum Gün / Roozi ke zan shodam / The Day I Became a Woman (2000): Marzieh Makhmalbaf (İran)
05- Balina Sürücüsü / Whale Rider (2003): Niki Caro (Yeni Zelanda)
06- Kelimelerin Gizli Dünyası / Secret Life of Words (2005): Isabel Coixet (Katalonya / İspanya):
07- Karamel / Sukkar Banat (2007): Nadine Labaki (Lübnan)
08- Sadece Aşk / Den skaldede frisør / Love Is All You Need (2012): Susanne Bier (Danimarka)
09- Katwe Kraliçesi / Queen of Katwe (2016): Mira Nair (Hindistan)
10- Katil Marlina / Marlina si Pembunuh dalam Empat Babak / Marlina the Murderer in Four Acts (2017): Mouly Surya (Endonezya)
11- İz / Pokot / Spoor (2017)): Agnieszka Holland, Kasia Adamik (Polonya)
12- Parti / The Party (2017): Sally Potter (Büyük Britanya)
13- İz Bırakma / Leave No Trace (2018): Debra Granik (ABD)
14- Orkestra Şefi / De Dirigent / The Conductor (2018): Maria Peters (Hollanda)
BONUS – En eski “feminist” film:
15- Formalı Kızlar / Mädchen in Uniform / Girls in Uniform (1931) Leontine Sagan (Avusturya)

Meraklısına not: İlk kez DEÜDER’in (Dokuz Eylül Üniversitesi Mezunlar Derneği), 16 Nisan 2019 günkü toplantısında sunulmuştur. 

Yoksa ben de mi bir ejderhayım?

Yorum bırakın

dragonEjderha / On-drakón / I Am Dragon
Yön.: Indar Dzhendubaev, 2015
Oyn: Matvey Lykov (Arman), Mariya Poezzhaeva (Mira)

Caner Fidaner

.
– Dur karıcığım, açıklayabilirim. evet oradaydım ama ben aslında…
– Yeter, bana masal anlatma!

.
Neden anlatmasın ki? Gerçekler en güzel şekilde masallarla ifade edilir. İnanmıyorsanız “Ejderha”yı izleyin. 

Filmimiz bir gölge oyunuyla ve dış sesle anlatılan kadim bir ejderha masalıyla açılıyor. Ardından söze gelmez doğa görüntülerinin ortasına, soyluların, her biri birer sanat eseri geleneksel giysileri eşliğinde bir tören hazırlığına iniş yapıyoruz.    Daha fazla

Older Entries