Yazan: Selma Murat

Açlık, susuzluk ormandaki domuzu  ovaya indirir ve en tehlikeli hayvan olan, soykırım yapan, türü yok eden insanla karşılaştırır. Domuz, bir  hayvan, biriktirip sonra kokuşturup çürütüp üst üste çöp halinde yığmaz, yağmalamaz dünyayı. Mal mülk peşinde değil ki;  hayatta kalacak kadar yiyip içecektir.

Film iç Anadolu kasabasında eski bir mahallenin daracık yollarında başlar. Avcıların silah seslerinin ve yaban insan sürüsünün naraları önünde, bir başına can havliyle ormandan çıkmış, beton düzen içinde kıstırılmış, ürkmüş, kaçış halinde bir domuzu görürüz. Evler, sokaklar öylesine karmaşık yerleşmiştir ki. Yollar sıklıkla birbirini kesen duvarların dik köşeleriyle, yakaladığını saran bir labirenttir. Güneş sızmaz bu sokaklara, gölgeler karartır, eskidir, renkler soluktur. Yakın çekim görüntü izleyiciyi defalarca duvarlara toslatır. Film içine almıştır izleyeni. Arabanın döndüğü, çıktığı yolu takip ederken bile şaşırtır izleyeni. Kaybolursunuz ilk anda, kimle özdeşlik kuracaksınız, kimin yanında olacaksınız, buna izin vermeyen bir senaryodur bu.

Mahalle eskidir, yani yerleşik bir insan topluluğu vardır burada. Linç kültürü kökleşmiş, insan ehlîleşememiştir. Domuz vurularak yakalanır, daha ölmemiştir, kanı akmaya devam eder, gözleri kapanmamıştır. Avcılar onu arabanın arkasında sürüklerler. Yol boyunca kırmızı bir şerit çizer, kanı. Can verecek derman bırakmazlar. Hayvancağız kanının son damlasına kadar bu linç kültürünün işkencesiyle ölür. Silahlı bir grup avcı ve onların peşindeki onlarca insan, tek bir domuzu öldürmeyi coşkulu bir zafer olarak kutlar. Hayvan ehli, insan vahşidir. Bu dünyada şiddetin en güçsüze dayatıldığını izleriz. Domuzun kan çanağına dönen  gözü, gözümüzün tam önünde durur, insan olmaktan utanırız. Aileler, kadınlar, yaşlılar çoluk çocuk yoktur. Domuzun yanında kimse yoktur. Ona kıyanın karşısında da kimse yoktur. Bu filmi izleyen bir seyirci vardır ama hayvana işkence edemez, edene engel olamasa da kuyruğuna takılmaz. Yani yayılımını engeller bu hayâsız vahşetin. Sanat bunu yapar.

Susuzluk her şeyi katılaştırır, sertleştirir.  Ne yeşil ağaç, ne çiçek ne meyve. Uzun uzun çölleşmeye yüz tutmuş geniş araziler görüntüye gelir. Kilometrelerce çorak manzara içinden gider arabalar. Müzik  sanki bir daha tekrarlanmayacak son nefesle, kendini duyurmak isteyen doğanın çığlığıdır. Büyük bir gürültüyle toprak yerin dibine çekilir. Obruk! Yerleşim yerine kadar gelmiş, bir evi çatıya kadar yutmuştur. Sebebi yeraltı sularının dengeyi bozacak şekilde kullanılmasıdır.  Susuzluğa kolay, geçici ve yanlış çözüm bulmak ve ısrarla uygulamayı sürdürmektir.  Fakat kasabayı yöneten belediye başkanına seçim kazandırır bu kolaya kaçmak. Bilirkişi raporlarının sahteleriyle asılları, mafyalaşmış yönetim tarafından karıştırılır. Kasabanın önceki savcısı apar topar gitmiş,  Emre bu ortamın yeni savcısı olarak tayin edilmiştir. Sadece savcıdır ve görevini iyi yapmak niyetindedir. İşinin gereğini yapmak ister, başka da bir amacı, ideali yoktur.

Yerleşim yerlerinde ateşli silah kullanmak suçtur, savcı gereğini bildirir. Avcılar, bir dişçi ve bir avukat savcıya ziyarete gelirler. Gençtir, tecrübesizdir savcı ama onların ne olduklarını anlamıştır. Pek yüz göz olunacak tipler değillerdir. Avukat da bir hukuk adamı niteliğinden oldukça uzaktır. Kasabada kurak günler  boğucudur. Meslektaşları tarafından bir çevre de edinememiştir. Hakim hanım deneyim aktaracak, dostluk kuracak bir kişilikten ziyade, şekillendirecek, ilişkilere yön tayin edici bir karakterdir. Ebeveyn tavrıyla tek söylediği “Gazeteci Murat’tan uzak dur” olmuştur. Tek başına yapacak hiçbir şeyi yoktur,  dımdızlak ortadadır. Kiraladığı eski kasaba evini fareler basmıştır. Kasaba adeta batmaya yüz tutmuş bir gemi gibidir. Fareler yüzeye çıkmış, kaçacak delik ararlar, bulamazlar.  Kapana kısılır, ince ince çığlıklarıyla ölümün sesli korosuna katılırlar. Su yaşamın en temel kaynağıdır. Çeşmelerde suyun sesi kesildikçe, Stefan Will’in müziği bir çığlık, zaman zaman bir ağıtın iniltisi gibi gelir kulaklarımıza.

Yüzmek için göl kenarına gider. Kimseler yoktur, tenhadır burası da. Savcı Emre Anadolu’da az rastlanan sarışın, kaslı, boylu boslu, sempatik, güzel bir erkektir. Gölden çıktığında tepede, atının üstünde kovboy gibi, motorun üstünde duran gazeteci Murat’ı görür. Murat aşağı yanına gelir. Tüysüz göğsü, yemyeşil gözleri, bembeyaz teniyle, slip mayosuyla suyun içinden çıkan Emre, Murat’ın oldukça ilgisini çeker. Murat, “ Burası tehlikelidir, altı batak, insanı çeker, yutar” der. Nezaketli bir insan değil, oldukça baskın bir karakterdir Murat. Mahremiyete bile saygısı yoktur. Giyinmek için arabanın kapısının arkasına geçen Emre’ye, hiç sakınmadan karşısına geçip bakacak kadar mesafesizdir.

Belediye başkanının Israrla tekrarladığı yemek teklifini kabul eden savcı Emre, orada büroya gelmiş olan  avcı-avukatı görür ve şaşırır. Avukat belediye başkanının oğludur. Bir süre sonra dişçi damlar. Bir süre sonra Murat gelir ve oturmaz gider. Bir bahaneyle belediye başkanı da kalkıp gider. Başkanın karısı, kızı torunu yani bir Anadolu aile ocağı yoktur burada. Burası bir bağ evidir. Çalgıcılar gelir. Tam bir afrodizyak geceye dönüşmüştür akşam. Emre’nin içkiyle beraber yuttuğu hap, onu avcılar tarafından gafil avlanan domuzun kaderiyle birleştirecektir. Burada hukuk eğitimi almış ama dünyadan bihaber, apolitik, ana kuzusu, insanın sorunsalına ilgisiz yeni büyükşehir insanına da bir eleştiri vardır. Hangi toplumda  adaleti temsil edeceksiniz? Toplumu tanıtmayan bizim “sırça köşk” akademilerimiz. Tüm okullarda “sosyoloji ve toplum psikolojisini bilmek gereklidir” diyenleri doğrulayan bir kimliktir Emre. Yukardan bile bakmamıştır toplumsal yapıya, tamamen kördür. Küçük bir entrikanın kurbanı olur, hemen av haline gelir. Akşama katılan Pekmez -çingene kız- yarım akıllı,  hiçbir maskesi olmayan, bütün yapılanmaların dışında, pagan doğanın ta kendisidir. Olduğu gibi doğrudan katılır, yaşamın bir parçası olarak vardır. Tıpkı toprak gibi, su gibi tahrip edilir, yağmalanır. Ertesi gün hastanenin önünde Pekmez’in babası kadına ait cinsel organı ağzına pelesenk yapıp sürekli küfreder. Karşısında hiçbir kadın yoktur, erkeklere “sizin a….koyayım” diyerek küfretmektedir. Ne de olsa kadın bedeni erkeğe aittir, sahibi odur. Pekmez’e tecavüz edilmiş, yüzü gözü kan çanağına dönmüştür. Failler arasında savcı da vardır. Gece ne oldu tam hatırlayamamaktadır. Suç mahallinde bahçede  kendi kalemini bulur. Gizlice cebine koyar. Bu sıralarda kasaba uzaktan görüntülenir,  büyük çoğunluk hangi hapları aldıysa (vatan, millet, Sakarya, ahlak, gelenek, inanç) olaylardan bihaber, kayıtsızdır. Pekmez en son savcının ismini verir. Bunların tamamı düzeni tutan hakim ve onun doktor kocasının etkinliği de olabilir. Hukuk ve tıp sosyal hayatın, modernleşen toplumların zorunlu güvencesidir. Bu yüzden yansız, tarafsız olmak zorundadır. Şerefi üzerine  yeminler edilerek başlanır göreve. Bu mesleklerin niteliğini savsaklayan toplumsal hayat, topluluk hayatına dönüşür. Ankara’ya giden örnek materyaller kimlikleri doğrulamamıştır. Ama o materyaller kimlerden alınmıştır? Hakim hanım savcıyı da  temize çıkarıp olayın bir an önce kapatılmasının gayreti içindedir. Suçlu bulunmaz ama, mağdur herkesin gözünün ve vicdanının önünde, apaçık ortadadır.

“Bir oyunu merak edersiniz, oyunun içine çekilirsiniz,  başka oyun kurmanız imkansızlaşır” diyor John Fowles “Büyücü” romanında. Orada da bütün zarlar hilelidir. Sonuçta gecenin iki kurbanı, biri yarım akıllı Pekmez, diğeri hukuk tahsili yapmış savcıdır. Her ikisinin hemdert olma ihtimali de yoktur. Yan yana duramazlar, karşı karşıya getirtilmişlerdir. Bu defa suçlular gözaltına alınmıştır. Savcının önünde minnetle eğilir Pekmez’in babası. Bu babanın aklı, bu savcının kızına tecavüz ettiğini  alabilecek mi? John Fowles, “ Meryem ananın bakışındaki kötülük kadar akıl almaz“ diyor. Güvensizliğin bir başkasına duyulması bir kenarda dursun, insanın kendisi de dahil tüm dünyası parçalanmıştır. Velhasıl iktidar karşısındaki kişilerin beraber olup güç oluşturmasına bile izin vermemiştir. Toplumu dönüştürebilecek güçlü figürleri, toplumla karşı karşıya getirir ve devre dışı bırakır. Burada tıp ve hukuk mensubu tüm kişilikleri etkisiz hale getirmiştir. İktidar aracına döndürmüştür. Seçimleri de tereyağından kıl çeker gibi çekip almıştır.

Murat elinde dosyalar, evraklar, raporlarla tam bir sosyal demokrat, liberal siyasi figürdür.   Kendisiyle destek ve dayanışma içinde olabileceği savcıyı, bilip tanıdığı avcıların oklarından yaylarından koruyacak basirete sahibi değildir. “Bütün gece benimleydin” demesi gerçek mi değil mi bilinmez. Ayrıca, durumdan yararlanıp gözüne kestirdiği savcının boynunu morartacak kadar bir öpücük izi de bırakmış  olabilir. Duş alırken yine kapıyı zorlamalı sahneler, Pekmez’in yüzüyle karıştırılıyor. Gecenin karanlığını aydınlatmak ve yıkıcılığı altından kalkmak oldukça zordur savcı Emre için. Ahmet Arif “Dört yanım puşt zulası” dizesini Emre’ler için yazmıştır sanki! Sisli, puslu, karanlık gece, kimsenin izi kimseden ayırt edilemez. Rüyadan, kabustan, halüsinasyondan gerçeği ayırmak da pek mümkün değildir. Kimdir suçlu, hepimiz mi, hiçbirimiz mi, o mu, bu mu? Emin Alper burada, bu gecede Türkiye’nin son yıllarının karanlığını anlatıyor. Şunu söylüyor bir söyleşisinde “Ergenekon mu suçluydu ve yargılandı, onu yargılayanlar mı suçluydu?”. Bu belirsizdir, bakarsınız hakime hanım Türkiye’yi suç mahallinden çıkaracak formülü bulur gelir.

Lakin savcı diretir. Tutuklamaları devam ettirmek için polise emir verir. Linç kültürü daha kalabalık bir grubu toplamış ve çingenelerin çadırları yakılmaya başlanmıştır. Murat ve savcı evde hapis kalır, etrafları sarılmıştır. Polis gelebilecek durumda değildir. Hakim jandarmaya haber verecektir. Tüm bunların hiçbirine güven duyulmaz. Atılan taşlar camları kırmaya başlar, Murat ve savcı Emre ne yapacağını bilemezler. “Burası yanıklar buradan çıkış yok” diye galeyana gelmiş güruh slogan atar. Onlar da pat diye çıkarlar. Hiç kimseyi muhatap almazlar, duymazlar görmezler. (Vahşi hayvanın gözlerine bakılmaz, çünkü bunu kendine tehdit olarak algılar) Topluluk put gibi durur. İçten içe hayranlık duyarlar ve kapılmışlardır bir an. Tıpkı vahşi bir hayvanın duran av  karşısındaki şaşkalozluğu, onun hareket etmesini beklemesi gibi arabaya binmelerini ve  gitmelerini beklerler. Araba hareket eder etmez başlarlar taşlamaya. İlerleyen yolda avcılar peşlerine takılır. Şimdi savcı suçlulardan kaçar, suçlular kanun adamını yakalamanın peşindedir. Film başa döner. Domuzun yerinde savcı ile Murat  vardır. Yol kesiktir, arabadan inerler, arkalarında avcılar. Yakalanmak üzeredirler. Öldürülmek üzeredirler. Silahları yoktur!  Tam o sırada büyük bir gürültüyle toprak içine çöker. Obruk oluşur. Murat ve Emre geniş obruğun öte tarafındadır. Avcılar kalakalmışlardır. Tıpkı denizin yarılması, Musa ve kavminin Firavun’dan kurtulması gibi kurtulmuşlardır. Bir mucize olmuştur. Tıpkı Alman – Rus savaşını bitiren, beklenenin üç katı kar yağışının bir anda, bütün orduları esir alıp savaşı sonlandırması gibi bu da bir mucizedir. Tıpkı ABD askerlerinin ilk kente çıkarma yaptıklarında, Irak’taki kum fırtınasının üç gün görüş mesafesi vermeyip, onları durdurması gibi bir mucizedir. Joseph Campbell, Mitoloji adlı kitabında sayısız örneği bulunan mucizenin, yaratıcı enerjiye dönüştüğünü anlatırken “Mucizeler mantıkla oluşmadığı için mantıkla açıklanamayan, insanlığın bugüne gelmesine büyük katkıda bulunan tükenmez esin ve hayal kaynaklarıdır” der. Bizim geleneğimizde doğal olgu, insanı korumuşsa mucize olarak adlandırılır, ona güç ve dayanak verir. Şans olarak görülür ve hayatı zenginleştirir. İnsan ruhunu rahatlatır,  yaşadığı yeryüzüne saygı ve sevgisini artırır. Eğilerek toprağı selamlamak folklor oyunlarında buradan kaynaklanıyor olabilir. Kötü bir olgu felaket olarak algılanır. Ona küfredilmez, yine dayanışmaya, yaraları birlikte sarmaya sebep olur.

Kurtuldular ama yaşam savaşı bitmedi. Şimdi av ile avcı karşı karşıya. Şimdi el ele vermenin zamanı. Şimdi küçük farklılıkların kavgası ile ayrılmanın değil, ortak paydada buluşmanın zamanı.

Emin Alper’e  bu filmi yaptığı için teşekkürler. Bu filme Türkiye seyircisinin ilgisi, umudumuzu büyüttü. Görüntü yönetmeni Christos Karamanis’e teşekkürler.  Film müziğini yapan Stefan Will’e teşekkürler. Tüm oyunculara teşekkürler.

BGB atölyesine bu film için özel toplantı yaptığı için,  sanatı  paylaşarak yaşama aktarma fırsatı verdiği için,  kendimi geliştirip daha  bilinçli bir izleyici olma yönünde beni ilerlettiği, farkındalığımı artırttığı  için çok teşekkürler.